İÇİMİZDEKİ KULÜBEYE GÜNEŞİ TAŞIMAK

“Tuttum seni, attım içeri.”

Issız bir bozkır vadisinde, tek odalı bir kulübede yaşayan bir meczubun sözleri bunlar. Gönül Dağı adlı yapımda geçen o sahnede, bir adamın tavırları delilikle bilgelik arasında gidip gelen bir hâlin yansıması gibidir. Meczup, delikli bir kalburla güneşi kulübesine taşımaya çalışır ve her defasında aynı cümleyi tekrar eder:

“Tuttum seni, attım içeri.”

İlk bakışta tuhaf gelen bu söz, derinlemesine bakıldığında çağrışımlarla dolu bir hakikate işaret eder. Söylediği belki de güneştir. Belki de yıllardır içeri giremeyen, o zifiri karanlıktan ürken ışığa seslenmektedir. Işığın, aydınlıktan daha güçlü olduğunu idrak etmiş; karanlığı azaltmak için güneşi kulübesine getirmeye çalışmaktadır. Onun bu çabası yalnızca bir alışkanlık ya da meczupluk değil, kalpten gelen bir sevdanın izidir.

Kulübenin tam ortasında, taşlarla çevrili küçük bir mezar durur.

Orada yatan, yıllar önce bu dünyaya gözlerini kapatan, doğuştan kör eşidir. Kördü; karanlıktan korkardı.

Ve şimdi o adam, eşinin toprağa karışan gözlerine güneşi taşımaktadır.

Buyur edemediği ışığı, kulübesine, onun için davet etmektedir.

Her defasında aynı sözle:

“Tuttum seni, attım içeri…”

Bu sahne, sadece bireysel bir arayışı değil; sadakatin, sevginin ve hakikate olan vefanın da bir sembolüdür. Kör bir eşe güneşi taşımak—bu, meczupluğun değil; hakikatin izinde bir aşkın ifadesidir.

Bu çaba, meczupluğun en saf hâlidir:

Bir hakikat sevdası,

Bir mezara taşınan güneş,

Bir ölüye hediye edilen aydınlık…

Meczubun Kulübesi

Bu kulübe; penceresiz, içi zifiri karanlık, ama kapısı her zaman açık bir yerdir. Ve o meczup, en büyük eksiği olan ışığı içeri almaya çalışmaktadır. Güneşten bir parça alıp getirmekle meşguldür. Deli sanılır belki ama, o, hakikatin peşinden giden bir bilgedir aslında. Çünkü söylediği söz—“Tuttum seni, attım içeri”—belki de ışığın ta kendisine sesleniştir. Güneşe, yani ilme, yani hakikate…

Meczubun çabası bize bir hakikati fısıldar:

Aydınlık, dışarıda değildir yalnızca; içeri alınması gereken bir misafirdir.

Bizse çağımızda, evlerimizi ve kalplerimizi türlü eşyalarla dolduruyoruz. Modern hayatın gösterişli gölgeleriyle avutuyoruz kendimizi. Fakat içeri ışık girmedikçe hiçbir şey bizi aydınlatamaz.

İlimle Aydınlanan Kulübe

Ev, kalptir; ışık ise ilim. O kapıyı açık tutmadıkça, içimiz hep karanlıkta kalacaktır. Çünkü insanı altın değil, ilim korur. Bilgiyle yol alan, hakikatin aydınlığına kavuşur. Gözlerimizi yalnızca görünenle değil; gönlümüzü de görünmeyene açmamız gerekir.

Meczubun kulübesi işte bu yüzden kıymetlidir. Delilik sanılan hâl, hakikate susamış bir yüreğin çabasıdır. Onun kalbinde yankılanan o ses, bize de sorar aslında:

“Işığı içeri alacak mısın?”

Modern Mağaralar ve Gerçek Zincirler

Platon’un mağara alegorisinde insanlar, zincirlenmiş bir halde gölgeleri izler. O gölgeleri hakikat sanırlar. Bugün biz de zincirliyiz ama ellerimizden değil; bakışlarımızdan. Zincirimiz ekranlara, tüketime, gösterişe bağlı. Ve en tehlikelisi, bu zincirlere “özgürlük” dememiz.

Platon’un mağarasıyla meczubun kulübesi arasında ince bir bağ var.

Biri gölgeleri izlemekle yetinir,

Diğeri ışığı içeri almaya çalışır.

Gerçek zincir zihindedir. O zinciri kırmak, gölgeleri bırakıp ışığa dönmeyi gerektirir.

Belki de deli sandığımız bu meczup, zincirlerini çoktan kırmıştır. Çünkü o, gölgelerin değil ışığın peşindedir:

“Tuttum seni, attım içeri…”

Ve Şimdi…

Belki de yapmamız gereken şey çok basit:

Kendi kulübemize dönmek.

Orayı, yani iç dünyamızı, hakikatle doldurmak. Sonuçta insan, içindeki kulübeyi en çok neyle doldurursa ona dönüşecektir. Bu yüzden orayı sevgiyle, merhametle doldurmalı insan… Kulübemize dönmeli ve kapısının eşiğinde oturup sabırla güneşi bekler gibi—ilmi, hikmeti, anlamı beklemeli.

Gözümüzü, kulağımızı, gönlümüzü o ışığa açmalı. Çünkü içeri alınmayan ışık, dışarıda kalmış bir kurtuluştur.

Ve şimdi,

Kendi kulübemize dönüp kendimize sormalıyız:

“Biz neyin peşindeyiz?”


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir